Günümüzde dünyayı tehdit eden ve koronavirüs gibi etkili olan salgın hastalıklar geçmişte de belirli aralıklarla yaşandı. Bu hastalıklar ticaret yolları ve savaşlarla birlikte bir ülkeden diğerine geçerek geniş kitlelerin ölümüne yol açtığı gibi geçtiği yerlerde ekonomiyi durdurarak kıtlığa varan sonuçlar da doğurdu. Osmanlı Devleti’ndeki yönetici ve alimlerin, salgın hastalıklara kaderci değil bilimsel yöntemlerle yaklaşarak çözüm bulmaya çalıştığına dair anlatım ve belgeler günümüze yansımış durumda. Salgınlara karşı alınan “hijyen tedbirleri”, “evde kalmak”, “salgının merkezinden uzaklaşarak korunmak”, “sosyal mesafeye dikkat etmek”, “ihtiyaç malzemelerini fahiş fiyatlarla satmak” ve “fırsattan yararlanmaya çalışmak” gibi konu başlıkları bu dönemlerde de yaşandı. Üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu da bu salgınlarla uzun yıllar mücadele etti. O zamanlarda da en etkili siyah “karantina”ydı. Osmanlı Devleti’nin salgın hastalıklara bakış açısında, önlem alarak mücadele etmek düşüncesi hakimdi. Tarihe dönüp bakıldığında, salgın hastalıkların dünya üzerinde en çok hatırlananın çiçek, kolera ve veba olduğu görülüyor. Osmanlı Devleti’nde önceki tarihlerde görülmüş olsa da resmi olarak ilk salgın olayı 1524’te görüldü. Yeniçerilerde görülen vebanın ülkeye girmemesi için askerler sınırda günlerce bekletildi. Ancak kendileri ve kıyafetleri yıkandıktan sonra ülkeye girişlerine izin verildi. Halkın temizlik ihtiyacını gidermek için 1’inci Mahmut tarafından Yerebatan Caddesi’nde yaptırılan Coğaloğlu Hamamı / 1741 17’nci yüzyılda Avrupa’da etkili olan veba salgını, binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Evliya Çelebi, Seyahatnamesindeki notları arasında 1750 yılında 3 ay boyunca İstanbul’da veba salgınından, günde yaklaşık 1.000 kişinin hayatını kaybettiği yazılı. Büyükçekmece Köprüsü / 1770 İstanbul’da 1773’ten 1778’e kadar süren veba salgını 6 yıl devam etti. Salgından kaçmak isteyen, Galata ve Pera’da yaşayan Avrupalı birçok tüccar ve diplomat Boğaziçi’nin köylerine sığındı. İzmir’den gelen bir ticaret gemisi yüzünden, 1811 yılının sonlarında, İstanbul’da veba salgını baş gösterince, kısa sürede 3 bin kişi hayatını kaybetti. Bu salgın, 1813 yılının başlarında bitti. 1811-1812 yılları arasındaki veba salgını İstanbul’da birçok sıkıntının yaşanmasına neden oldu. Yiyecek, yakacak gibi temel ihtiyaçlarda kıtlık görüldü. İstanbul’da baş gösteren veba salgını sırasında alimler aileleriyle birlikte evine kapanarak, hastalığa karşı tedbir alınması ve bu doğrultuda özellikle “tecrit” uygulanmasına gidilmesi konusunda uyarılarda bulundu. Galata İstanbul, Galata, Beyoğlu ve eski adı “Tatavla” olan Kurtuluş semtleri hijyen eksikliğinin hissedildiği ve vebanın yoğun olarak yaşandığı yerlerdi. Salgın ilk önce burada gündeme geldi. Sonra Fener ve Kumkapı semtlerine sıçradı. Bunun üzerine evlerde ve çevrede büyük bir temizliğe girişildi. Bekar odaları tek tek kapatıldı. Veba, sıcak ve nemli ortamlarda çoğalma imkanı bulan mikroplardan ve pirelerin çoğalmasından dolayı, yaz aylarında en üst noktaya ulaşır, kış aylarının başlamasıyla birlikte sona ererdi. İstanbul sokaklarında çöplerin birikmesi üzerine temizlik işini ihmal edenlere ağır ceza verileceği bildirildi. / 1813 İstanbul’da çıkartılan iki fermanda, kent temizliğinin ihmal edildiği, pis suların döküldüğü sokaklarda ve çadırlarda, çöplerle birlikte hayvan leşlerinin de görüldüğünü belirterek, mahalle imamları ve bekçilerine halkı uyarmak görevi verildi. Bununla birlikte temizlik işini ihmal edenlere ağır cezalar verileceği bildirildi. Veba salgınının kapımızı çaldığı 1821 yılının Ramazan ayında, aynı bugün olduğu gibi İstanbul’da halkın bir araya gelmemesi için tedbirler alınmış, bu doğrultuda bazı etkinlikler iptal edilmişti. Ramazan ayında geceleri bekçilerin davul çalması, kahvehanelerde tavla, dama benzeri oyunlar oynanması ve meddahların seyircilere hikaye anlatmaları gibi köklü gelenekler yasaklandı. İstanbul’da 1836-1837 yıllarında etkili olan veba salgınında 25 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Osmanlı Devleti tarihinde ilk kez, 2’nci Mahmut döneminde, 1838 yılında resmi olarak karantina kararı alındı. Bir yıl sonra ise 1839 yılında “Karantina Nazırlığı” kuruldu. Karantina kararı gereğince Avrupa’dan gelen gemiler Çanakkale Boğazı’nda, Asya’dan gelen gemiler ise Kızıldeniz’de belirli bir süre bekletildikten sora geçişlerine izin verildi. Bu dönemden sonra özellikle Hac’dan gelen kişilerin karantinada belli bir süre tutulduktan sonra evlerine gitmelerine izin verildi. Veba salgınında hayatını kaybedenlerin büyük çoğunluğunu Gayrimüslimler oluşturdu. Bundan dolayı “cizye” gelirlerinde yani ülkede yaşayan Müslüman olmayanlardan alınan vergide ciddi anlamda düşüş yaşandı. 1813 yılına ait cizyeyle ilgili gerekli kağıt masraflarının yanı sıra, “berat harcı” ve “muhasebe harcı” adıyla bilinen harçların kaldırılmasına dair bir karar, yürürlüğe sokuldu. İstanbul’u teslim alan veba salgınından dolayı bir günde yüzlerce cenaze defnedilebiliyordu. Veba yüzünden gerçekleşen bu ölümler, mezarcılar ile kefen satıcılarını kapsayan bir alanda fiyat artışına neden oldu. Bu durum özellikle halkın fahiş fiyatlarla karşı karşıya kalarak mağdur olmasına yol açtı. Şehirde söz konusu hastalıktan dolayı ortaya çıkan kargaşa ortamından faydalanarak yağmacılık yapanlar belirdi. Devlet bu mağduriyetlere engel olmak amacıyla fermanlar çıkartarak, uygulanmak üzere Eyüp, Üsküdar ve Galata mahkemelerine gönderdi. Durumu denetlemek için dönemin yetkilileri, kıyafet değiştirerek mezarlıkların ziyaretine çıktı. 1841 Vebadan duyulan korkuyla birlikte bekar odalarının yıkılarak yerine mağaza açılması yeni bir ekonomik hareketlilik oluşturdu. Osmanlı’daki mikrobiyoloji çalışmalarının geçmişi çiçek aşısı çalışmalarıyla başladı. 2’nci Abdülhamid döneminde çok önemli uzmanlık alanlarından birisi haline geldi. İstanbul’da büyük bir kolera salgınının çıkması üzerine, Abdülhamid Han, bu ölümcül hastalık için çeşitli tedbirlere başvurdu. Louis Pasteur Louis Pasteur, 27 Ekim 1885 tarihinde Paris Tıp Akademisi’nde “Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma” adlı bir bildiri yayınladı. Bu bildiri, kuduz virüsü bulaşmış olsa bile kişinin tedavi edilebileceğini söylüyordu. Aynı bildirinin 31 Ekim tarihinde İstanbul’da da yayınlanmış olması, bir anda Abdülhamid’in dikkatinin bu bilim insanına çevirmesini sağladı. Pasteur ile temas kurup, bilimsel çalışmalar yürütmek üzere 6 ay boyunca Paris’te kalan bir heyet, ülkeye döndükten sonra “Dar’ül Kelb Ameliyathanesi”nde kuduz aşıları yapmaya başladı. Abdülhamid Han, 1891 yılında tıp üniversitelerinin yani o zamanki adıyla mekteplerinin müfredatına “bakteriyoloji” adıyla bir ders koydurttu. Aynı ders, 1893 tarihinde Veteriner Mektepleri’nde de okutulmaya başladı. Fransız uzman Dr. Andre Chantemesse İstanbul’a getirildi. Chantemesse, İstanbul’da kaldığı 3 ay boyunca kolera salgınıyla ilgili ciddi çalışmalar yaptı. Padişahın “İstanbul’da bir mikrobiyoloji laboratuvarı kurun.” teklifi üzerine, bu görevi yerine getirmek için Fransız uzman Dr. Maurice Nicolle’ü yönlendirdi. Maurice Nicolle Abdülhamid, Dr. Nicolle’le temasa geçti ve bu uzman İstanbul’a getirtildi. Kendisine Gülhane Tıbbiye Mektebi civarında bir bina tahsis edilen Nicolle, Türk tarihinin bu ilk mikrobiyoloji laboratuvarında çalışmalarına başladı. “Bakteriyolojihane-i Osmani” adını taşıyan bu kurum, daha sonra binanın yetersiz olması ve mikrobiyoloji çalışmalarının kapsamının artmasından ötürü, Nişantaşı’ndaki Süleyman Paşa Konağı’na nakledildi. Veteriner bakteriyolog Mustafa Adil Bey de bu kurumda önemli bilimsel araştırmalar yaptı. Fransız Pastör Hastanesi İstanbul’da hizmete açıldı. / 4 Ocak 1896 Osmanlı’da ilk yabancı özel hastane olan Fransız Pastör Hastanesi, 1719 yılında, Taksim Elmadağ’da 2’nci Abdülhamit tarafından hediye edilen arsa üzerine, hasta denizciler için barakadan, mütevazı bir hastane yapıldı. Daha sonra Fransız Veba Hastanesi adını alan hastanenin arsasını 2’nci Abdülhamit Fransızlara bağışladı. 1896 yılında baraka yıkılıp, bugünkü bina inşa edildi. Hastane, 1925’te Fransız Pastör (Pasteur) Hastanesi adını aldı. 1991 yılında ise faaliyetine son verildi.